27 Aralık 2018 Perşembe

Türk Mitolojisinde Alkarısı Figürünün Bilimsel Karşılığı




(190 Tıbbiyeli dergisi Mart 2018 tarihli 5. sayısında yayınlanmıştır)

Anadolu’da Alkarısı veya Alanası, Alkızı, Albasması, Altaylar'a gittiğimizde Albız… Lohusaların ciğerini söküp, kanını içtiğine inanılan bir tür mitolojik varlıktır. Tasviri ve kılığı yöreden yöreye değişir. Kiminde güzel bir kadın olarak anlatılır, kiminde peri kızları gibi saçları uzun ancak gözleri ürkütücü. Tasvir değişse de musibeti aynıdır. Albasmasının bir iki gün süren belirtileri vardır. Bu sürede eğer hastalık anlaşılmazsa Alkarısı annenin ve bebeğin ölümüne neden olabilir. Alkarısından korunmak için doğum yapan kadın kırk gün kırk gece dışarı çıkmaz ve asla yalnız bırakılmaz. Baş ucuna Kur'an asılır. Yastığının altına bıçak, makas, iğne, çuvaldız gibi metal eşyalar yahut çörek otu, soğan, sarımsak kabuğu konulur. Lohusa erkek elbiseleri giyer, Alkarısını kandırmak için erkek taklidi yapar bir nevi. Alkarısı kırmızı renkten çekinir diye lohusaya al tülbent, kurdela takılır. Lohusayı ziyarete gelenlere kırmızı renkli nöbet şekeri verilir. Alkarısı iğne veya çuvaldız batırılarak yakalanabilir. Alkarısını yakalayan hanenin adı Albasması ocağı olur. Doğum yapan kadınlar bu evi ziyaret eder. Bu evden kül alırlar.
Alkarısı figürü bugün hala Anadolu’da yaygın bir inanç. Hortlak, cadı benzeri inançlardan da ön planda. Bunun temelde iki nedeni var: birincisi maternal mortalite -ki her kadının başına gelmesi ihtimal dahilinde- ikincisi ise doğum sonrası depresyon.

 Maternal Mortalite
Maternal mortalite, Sağlık Bakanlığı tarafından gebelik süresince veya doğum sonrası 42 gün içerisinde gebeliğin süresi ve lokalizasyonuna bağlı olmaksızın gebeliğe bağlı veya gebeliğin ağırlaştırdığı bir hastalık nedeniyle veya onun tedavisi esnasında meydana gelen ölümler olarak tanımlanmakta. Türkiye’de bu oran bin canlı doğumda on dörttür.
Anne ölümleri doğrudan ve dolaylı olarak ikiye ayrılmaktadır. Doğrudan anne ölümleri arasında %25 ile ilk sırayı kanama, %15 ile ikinci sırayı enfeksiyon almaktadır. Bu doğrultuda baktığımızda 2014 yılı itibari ile maternal mortalitelerin %41’inin uygun hastane koşulları ve tedavi ile önlenebileceği Sağlık Bakanlığı tarafından öngörülmektedir. Dolaylı anne ölümleri ise genellikle kardiyovasküler ve serebrovasküler hastalıklara bağlı olarak meydana gelmektedir.
Türkiye’de anne ölüm oranı 1990 yılı itibari ile yüz binde 68 iken, 2008 yılında bu oran yüz binde 23’e gerileyerek anne ölüm oranını en çok düşürebilen ilk 10 ülke arasında girmiştir.



Postpartum Depresyon
Postpartum depresyon, doğumdan sonra bir kadında gerçekleşen fiziksel, duygusal ve davranışsal değişimlerin karmaşık bir karışımıdır. Başlangıcı doğumdan sonraki dört hafta içinde gerçekleşir. Her on yeni anneden birinde görülmektedir.
Tahmin edilen majör nedeni doğum sonrası östrojen ve progesteron hormonlarındaki ani düşüştür. Bu durum annede bazı kimyasal değişikliklere neden olur. Doğumdan sonraki üç gün içinde bu hormonların seviyeleri hamilelik öncesi hale gelir. Diğer nedenleri arasında da doğum eyleminin anne için travmatik oluşu; aileye yeni, küçük, savunmasız ve tam anlamı ile anneye bağımlı bir canlının katılması ve kadının tüm bu gelişmeler sonucunda aile içinde yeni bir rol üstlenmesi sayılabilir. Kadında tüm bu gelişmeler neticesinde uykusuzluk, panik, bebeği hakkında gereksiz endişe, huzursuzluk gibi ruh dünyasındaki bozulmalar meydana gelebilir. Kadınların bir bölümünde ise bu bozulmalar işe yaramama, değersizlik ve suçlama gibi duygulara evrilebilir. Anne bununla birlikte bebeğine yabancılaşma, bakım vermeme hislerine de kapılabilir; bu durum suçlanma duygusunu daha da artırarak kadının intiharına kadar gidebilen bir paradoksa dönüşür.
Neticede, Türklerde Alkarısı inancının oluşması ve mitolojide kendine yer bulma aşamasında nelerin yaşandığını tahmin etmek çok zor değil. Enfeksiyon riskinin günümüzden kat be kat fazla olduğu, kan transfüzyonunun yapılamadığı, depresyona ve psikoza yönelik tanı ve tedavinin olmadığı çağlarda -bilimin henüz yeterli olgunlukta olmadığı dönemlerde- annedeki tüm bu gelişmelere bir açıklama getirmek amacıyla oluşan bu figür; bugün Türkistan’dan Anadolu’ya kadar geniş bir coğrafyada izlerini sürdürüyor.
Kaynakça:
2. Millî Folklor, 2005, Yıl 17, Sayı 65, s67-72
3. M. Şenses ve İ. Yıldızoğlu 2002 “Sekiz Ayrı İldeki Kaynana ve Gelinlerin Loğusalık Ve Çocuk Bakımında Geleneksel Uygulamaları”, Çocuk Forumu, 44-48.
4. https://www.e-psikiyatri.com/dogum-sonrasi-depresyonu-26055

Benim Adım Mustafa!

(190 Tıbbiyeli dergisi Ocak 2018 tarihli 4. sayısında yayınlanmıştır)

1944’de Henüz 6 aylıkken tanıştım trenle. Atayurdum, anayurdum Kırım’dan bilinmeze giden o trenlerin içinde ben de vardım. Kadınlar, kundaktaki bebekler, hastalar…  423.000 Kırım Türk’ü 17 Mayıs gecesi hayvan vagonlarına istif edilerek yola çıkarılmış. Babamın da arasında olduğu erkekler ise olurda direnirlerse diye önceden tutuklanmış. Bu çileli yolculuğumuzda 195.000 Kırım Türk’ü vefat etmiş. Sayılarla konuşmak ne kadar kolay değil mi? 195.000 anne, baba, bebek, çocuk…  İnsanlar bir trenin nasıl kitle imha silahı olarak kullanıldığını bilmiyorlar. Ben biliyorum.

Annem ve kardeşlerimle birlikte Özbekistan’ın Andican bölgesine yerleştirildim. Çocukluğum burada geçti. Sonrasında Taşkent Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyat’ı bölümüne başvurdum. Kırım Tatarlarını, yani Sovyetlere sadık olmayan bir milletin mensuplarını bu fakülteye almıyoruz diyerek reddettiler. Bir fabrikada işçilik yapmaya başladım.  1961’de arkadaşlarımla birlikte Kırım Tatar Milli Gençlik Teşkilatı’nı kurduk. Birkaç hafta sonra pek çok arkadaşım tutuklandı. Ben işten çıkarıldım. İnsanlar Türkler’in teşkilatlanmasının önemini bilmiyorlar, ben biliyorum.

1962’de Taşkent Ziraat Fakültesi’ne kaydoldum. Burada kendi yazdığım “Kırım’da 13-17.yüzyıllarda Türk Medeniyeti” makalesini dağıttığım için okuldan atıldım. Okuldan atılınca askere çağırdılar, “Benim milletimi yok sayan, tanımayan bir devlete askerlik yapmam” dedim.  Tutuklandım, 1.5 yıl hapis cezası verdiler. İnsanlar tarihlerini bilmiyorlar, ben biliyorum.

Sonra bir kez daha tutuklandım. Suçum Kırım Tatarları’nın vaziyeti, onların hakları konusunda mektuplar ve makaleler yazarken Sovyetler’in milli siyasetlerini lekelemekmiş. Benimle birlikte Yahudi şair İlya Gabay ve Ukraynalı General Petro Grigorenko’yu da tutukladılar. Grigorenko 5 yıl delihanede kaldı. Gabay ile ben 3 yıl çalışma kamplarında çalıştıktan sonra serbest kaldık. Gabay birkaç ay sonra intihar etti.
1974’de bir kez daha tutuklandım…  Bir yıllığına Sibirya’ya çalışma kamplarına gönderdiler. Özgürlüğüme kavuşmama 3 gün kala yeniden dava açtılar. Suçum kamptakilere Sovyetlere karşı propaganda yapmak ve yazdığım mektuplarla Sovyet siyasetinini kirletmekmiş. Açlık grevine başladım. 303 gün sürdü. Miletim ve vatanım için aç geçen 303 gün… İnsanlar haklarının peşinden koşmaları gerektiğini bilmiyorlar. Ben biliyorum.

Yıllar geçtikten sonra öğrendim. Meğer beni kurtarmak için Türkiye’de ve dünyada yürüyüşler ve “Free Cemil” kampanyaları yapılmış. Ama açlık grevine ve dünya genelinden protestolar yağmasına aldırmadılar ve 2.5 yıl daha çalışma kampına gönderilme cezası aldım. Mahkeme kapalı geçti. Ne ailemi görebildim ne arkadaşlarımı. Müddetim bittikten sonra yeniden Taşkent’e getirdiler. Taşkent’ten ayrılmam yasak, saat 20.00’den sonra dışarı çıkmam, kahvehaneye, pazara gitmem yasaktı.
Sonra bir kez daha tutuklandım. Beni 4 yıllığına Yakutistan’a gönderdiler. Sürgünlüğüm bittikten sonra ailemle Kırım’a geldim. Ama 3 gün sonra bizleri yeniden Özbekistan’a sürdüler.
Bu sırada Kırım Tatarlarının Ebedi Meşalesi, Musa Mahmut ve ailesi vatanına dönüp yerleşmek istediğinde bizim gibi Sovyet yönetimi onları da Kırım’dan çıkarmak istedi. Musa Mahmut kendisini yakarak hayatını kaybetti. Ruhu şad olsun.
Sonra bir kez daha tutuklandım. 3 yıllığına Magadan şehrine 45 kilometre uzaklıkta bir çalışma kampına gönderdiler. Suçlamalar her zamanki gelenekesel suçlamalardı. Bir de ek olarak Sovyetlerin Afganistan’ı işgaline karşı birkaç arkadaşımla birlikte protesto imzalamakmış.
1989’da gizlice Kırım’a döndüm. 1991’de SSCB’nin Kırım Tatarları’nının yaşadığı bölgelerinde yapılan seçimler sonucunda 2. Kırım Tatar Milli Kurultayı 26 Haziran 1991’de Akmescit’te toplandı. 74 yıl sonra ilk milli kurultayımız oldu. Beni Kırım Tatar Milli Meclisi başkanlığına seçtiler.

Toplam olarak hapishanelerde, kamplarda ve Yakutistan’da 15 yıl geçirdim.
Biraz çelimsiz olduğuma aldırmayın, koca bir dünyayı sırtımda taşıdım.
Benim isimim, Mustafa Abdülcemil KIRIMOĞLU!
Ömrümü Sovyetlerle savaşmaya adadım. O, benden erken yıkıldı. Bugün vatanımda yeniden onların artıkları var ve Kırım’a girişim yasak. Onlarca Kırım Türk’ü ise kaçırıldı, maalesef bir bölümünün işkence görmüş kutlu naaşlarına ulaşabildik.
Onlar her bir Türk gencinin bir Kırımoğlu olduğunu bilmiyorlar. Ben biliyorum!

“Masum bir tek insanın bile canını acıtmışsanız, bağımsız kalsanız bile o bağımsızlık mücadelesi hiçbir zaman zaferle sonuçlanmış sayılmaz” Mustafa Abdülcemil KIRIMOĞLU



25 Şubat 2018 Pazar

Ülkücüler İlk Kez Televizyonda Kendini Seyredecek


İlk insandan 21. yüzyıla savaşların şekli çok değişti. İlk kez iki insan arasında savaşın aracı olan taş, daha sonra yerini kılıç ve oka bıraktı. Genellikle iki büyük ordunun bir meydanda toplanarak birbirini imha etmeye çalıştığı bu yüzyıllarca süren harplerden sonra ademoğlu ateşli silahlarla da hızlı bir şekilde tanıştı. Menzili fazla olmayan ve atlılar için de uygun olmayan bu silahtan sonra savaşlar iki idam mangasının birbirinin dibine kadar sokularak tetiği çekmesi şeklinde devam etti. Daha uzun mezilli tüfeklerin ve karabinaların bulunmasıyla bu savaş daha da hareketlendi. Gün geldi mevzi inşa etmenin  önemini fark etti (eski surlar artık askerler için güvenli bir alan değildi). Öyle ki tarih bu mevziler uygun şekildeinşa edildiğinde 30.000 kişilik Gazi Osman Paşa’nın ordusunun  150.000 kişilik Rus ordusunu  6 ay boyunca yerine çaktığını yazacaktı. Birinci Dünya Savaşı da böyle geçtikten sonra artık insanoğlunu yeni bir harp yöntemi bekliyordu. Topyekün savaş denilen bu harp yönteminde cephe yerine sokaklar, evler kullanııyor; savaş meydanından uzaktaki şehirler de psikolojisiyle bu savaşa ortak oluyordu. Evlerinden uzakta çarpışan askerler, memleketlerinden çok hızlı bir şekilde bilgi alıyor. Anavatan’da olan bir olay, cepheyi de sarsıyor veya coşturuyordu. Bu silahları atom bombaları, kıtalar arası balistik füzeler ve daha nice yeni harp silahı takip etti. Ancak ortada yeni bir sorun vardı. Bu silahlar bir zayıf ile bir güçlü devletin harbinde fazla sorun olmuyordu. Ama ya iki süper güç çarpışırsa? 73 yıldır göze alamadı insanoğlu bu harbi. Yeni bir savaş şeklinin doğuşuda böyle başladı. Ekonomik saldırılar, ambargolar, düşman ülkenin insanlarının parayla satın alınması, medyanın aracı olarak kullanıldığı uyuşturma ve işgal hareketleri  ve iç karışıklıkların kaşınması, hatta kaşına kaşına kanatılması.

Türkiye Cumhuriyeti olarak itiraf edelim bu harpte çok geride kaldık. Türk askeri karakolda nöbet tutarken, Türk adını sildik gönlümüzden (ülkücüler elbet silmedi, silenleredir bu lafım). Bir vatan hainin Apoyu paşa yapalım sözlerini duyduk, Mehmetçik Aponun piçleri ile savaşırken…  Yetmedi geçmişi sorgular olduk. Türk adıymış meğer asıl bölücü olan (!) onu da öğrenmiş olduk.

1980 öncesi dönem dizi ve filmlerinde  kendini gördü ülkücüler. Meğer biz ne de çirkinmişiz. (Sahiden hiç mi yakışıklı biri yok ulan bu davada Allahsızlar?) Hatırla Sevgili, Bu Kalp Seni Unutur Mu?, Öyle Bir Geçer Zamanki dizileriyle gözümüze sokuldu. Meğer biz kullanılmışız lan. Sovyet bayrağını fakültelere asmak isteyenler hep bu memleketin çocuğuymuş. (Acaba 1956’da Macaristan’da, 1968’de Çekoslavakya’da Ruslara karşı mücadele edenler de kullanıldı mı merak ediyorum.) Onu da öğrenmiş olduk. Eyvallah.

Neyseki gelecekten umutluyuz. İsimsizler dizisinde 30 saniye dalgalanan Suriye Türkmenlerinin Bayrağı, 2-3 bölümde gördüğümüz Yasin Paşa (gerçekte Firas Paşa), bir iki sahnede duyduğumuz Muhsin Başkan’ın sözleri 21. yüzyılda konuşarak ifade edebildiğimizin çok ötesinde. Dağ 2 filminde Atsız’ın okunan bir şiiri bizim Atsız’ı anlatabildiğimizin kat be kat üzerinde.
Bu suretle yeni bir haberi de verelim. Alper Çağlar Ağabey’in yeni eseri Börü çarşamba günü başlayacak. Konusu mu? Konusu biziz. Hani şu hem vatan sevgisinden hem de torpili olmadığı için kendine sadece kolluk kuvvetlerinde kadro bulabilen biziz. Hani şu üniversitelere bir Fırat Kalkanı Harekatı yapmadığınız tarih okurken tarih yazan biziz.  Hani şu Hüseyin Çelik’in “Özel Harekat timleri içerisinde çok yanlış adamlar vardı. Bıyıkları şöyle aşağıya doğru, tipik MHP militanı görüntüsü verenler vardı” dediği biziz. Hani şu hendek operasyonlarında can verip kelle alan biziz.
Börü’nün ilk bölümü yayınlanmadığından kesin konuşmak zor, ama hüsn-i zanımıza göre çarşamba günü televizyonda kendimizi izleyeceğiz.




25 Aralık 2017 Pazartesi

Lalezar'ın Kapatılması Üzerine Birkaç Kelam.



Küllük ve Marmara Kıraathanesi'nin günümüzdeki mirasçılarından belki de en önemlisiydi Lalezar. Bugün kapatılacağını öğrendim.

Ben Lalezar'a hiç gitmedim. Beni İstanbul'un göbeğine koysanız bulamam da. Ama çok iyi bilirim...

Ah nasıl bilmeyeyim Lalezar'ı. Orada masaların arasında Galip Erdemler, Arvasiler dolaşır, Mustafa Kemaller, İsmail Enverler masalara konuk; Atsızlar, Necip Fazıllar çaya ortak; Abdurrahim Karakoçlar, Dilaver Cebeciler şairlere ilham olur.

Türk gençleri, orada kemiği çatırdatan mücadelelere girişmiş, Türk milletinin insanca yaşayabildiği bir medeniyetin inşa gayretinde olmuştur.

Nasıl bilmem Lalezar'ı? Her gün nice memleket kurup, nicesini yıktığımız Taşhan kadar, Çerkez kadar iyi bilirim hemde. Bizim masalarımıza Cemil Meriçler konuk olmaz mı sanırsınız?

Kapanan bir çay ocağı değil ağalar, bir ilim irfan yuvası. 

Varın kapatın, çayı 10, nargileyi 50 liradan satan bir yer yapın. İçerisine de fikirsizleri doldurun. Aman ha iyi doldurun.

Nasıl olsa biz öğrenci evlerini de, MADO'ları da Lalezar yapmasını biliriz.

4 Aralık 2017 Pazartesi

İLK KURŞUNUN ADI: HASAN TAHSİN





1888 yılında Selanik’te doğdu. Asıl adı Hasan Tahsin değil Osman Nevres’dir. Paris Sorbonne Üniversitesi’nde Siyasal Bilgiler okudu. Trablusgarp’ın işgal edilmesi üzerine henüz öğrencilik yıllarında Mısırlı öğrenci lideri Şeyh Dayef’le birlikte mitingler düzenledi.

İlk Kurşun İzmir’de değil İsviçre’de
 Trablusgarp’ta Osmanlı-İtalyan savaşının geçtiği günlerde İsviçre’de Osmanlı aleyhi bir film gösterime girer. Filme tahammül edemeyen Osman Nevres Neuchatel’de ki sinema perdesine 3 kurşun sıkar. Sıkılan bu kurşunlar ilerde Teşkilat-ı Mahsusa’ya girmesini sağlayacaktır.
Romanya’da Kurşunlamalar Devam Ediyor
1914 yılı başlarında, Osman Nevres İstanbul’a dönünce Hacı Adil Bey bir gün onu çağırır. Şişli’de bir apartman dairesinde görüşürler. Eşref Bey (Kuşçubaşı) Teşkilat-ı Mahsusa’nın reisi olarak tanıştırılır. Eşref Bey: ‘Adınız Hasan Tahsin. Bükreş’e gideceksiniz ve… Balkan ülkelerini bize karşı kışkırtan bu iki belayı bir biçimde zararsız hale getireceksiniz.’
Hasan Tahsin’in ilk görevi Balkan ülkelerinin 1. Dünya Savaşı’nda İngiltere safında yer alması için faaliyet gösteren Buxton kardeşlerin infazıydı. Görevinde başarısız olan Hasan Tahsin  kardeşlerden sadece birini yaralayabilmişti.

Tutuklandı…

10 yıl hapse mahkum edildi…

Ancak 1916 yılında Alman ve Osmanlı ordularının Bükreş’e ilerlemesi sebebiyle daha iç bölgelerdeki hapisanelere götürüleceği sırada tren garından kaçmayı başardı. Bin bir güçlükle İstanbul’a geldi.

Bir rivayete göre verem tedavisi için İsviçre’ye gitti. Bir rivayete göreyse istirahat ve Avrupa’da ki yeni görevler için Enver Paşa tarafından gönderildi. İsviçre’ye gitmek için pasaport gerekiyordu. Teşkilat-ı Mahsusa buldu o pasaportu. Teşkilat-ı Mahsusa üyesi, ‘’Silah’’ dergisini çıkaran Hasan Tahsin’in pasaportuydu o da. Ve Osman Nevres ömrünün sonuna kadar pasaport sahibi Hasan Tahsin’in adını kullanmaya devam etti.
1918'de İzmir'e yerleşerek Hukuku Beşer  gazetesini yayımlamaya başladı. Gazetedeki yazılarında ise "Vatanperver Hasan Tahsin" lakabını kullandı. Ayrıca Tahsin, İzmir'e geldiği yıl Sudiye hanımla gizlice evlenmiş, bu evlilikten Mehmet Kemal isimli bir oğulları olmuştur. 

İzmir’in İşgali
İzmir’in işgalini kabullenmeyen binlerce İzmir’li işgalden bir gün önceki gece yani 14 Mayıs’ı 15 Mayıs’a bağlayan gece Maşatlık Meydanında toplandı. Bu sırada itilaf devletlerinin zırhlıları (İngiltere, Fransa, ABD, İtalya, Yunanistan) körfezdeydi. Toplanan heyecanlı kalabalığa Hasan Tahsin’le birlikte Belediye Başkanı Hacı Hasan Paşa konuşma yaptı. Konuşmada işgalin kabullenemeyeceği ve silahlı-silahsız direnişe geçmek halka anlatıldı.
Hasan Tahsin’in konuşmasından sonra bir grup vatansever genç bir bildiri hazırladı.:

...Ey bedbaht Türk!.. Yunan hakimiyetini kabule taraftar mısın? Artık kendini göster. Tekmil kardeşlerin Maşatlık Meydanındadır. Oraya yüzbinlerle toplan.. Orada zengin, yoksul, bilgin, cahil yok. Fakat Yunan egemenliğini istemeyen bir mutlak çoğunluk var. Geri kalma!.. Binlerler, yüzbinlerle Maşatlık'a koş. Ve Millî Kurul'un buyruğuna uy..

15 Mayıs 1919 sabahı Hasan Tahsin Kordon Boyu’nda koyu renkli takım elbisesi ile bekliyordu. Önce Yunan gemilerinden Patris ve Atronitos isimli gemiler Konak'a yanaştı ve bir grup Yunan Efzon Alayı saat 09.00 sıralarında askeri gemiden inerek karaya çıktı. Bu esnada on binlerce yerli Rum ellerindeki Yunan bayrakları ve çiçekler ile Kordonboyu'nu kaplamışlardı. Kalabalık inen Yunan askerlerine alkış tutuyordu. İlk Yunan taburu daha sonra buradan yaya olarak Hükumet konağı, kışla, kokaryalı istikametinden Karantina'ya doğru yürüyüşe geçti.

Yürüyüş kolunun baş tarafı kışla hizasını geçip yola saptıktan sonra, İzmir’i bir ses inletti: "Olamaz, olamaz, böyle ellerini sallaya sallaya giremezler"  Hasan Tahsin kalabalığın arasından sıyrılarak öne geçti. Tahsin daha sonra yanında bulunan Revolver marka tabanca ile düşmana ilk ateşi açtı. Ve Yunan birliğinin bayraktarını öldürdü. Tahsin tabancasındaki tüm fişekleri düşman askerine karşı ateşlemişti. Böyle bir direniş beklemeyen Yunan Alayı şaşırmıştı. Daha sonra ise Hasan Tahsin Yunan alayı tarafından açılan ateş ve ardından süngüleme sonucunda, Kordonboyu'nda kalabalığın önünde henüz 31 yaşında yaşama veda etti.

 Hasan Tahsin'in işgal askerlerine sıktığı ilk kurşun, Türk Kurtuluş mücadelesinde diğer yerlere de örnek teşkil etti. Aydın ve Balıkesir'de işgale karşı direniş baş gösterdi. İlk kuvay-i milliyecilerden Demirci Mehmet Efe: Yunan işgaline karşı efeleri toparladığı gün  ayağa kalkarak; "Bir genç düşmana ilk kurşunu sıkmış, bundan sonrası bize düşer!" demiştir. 







Tercüman-ı Ahvalimiz

(190 Tıbbiyeli Kasım 2017 tarihli 3. sayısında yayınlanmıştır)

Tercüman-ı Ahvalimiz
Osmanlı’nın son yüzyılında Osmanlı  dışında kalan Türk yurtlarında pek çok aydın ve fikir adamı yetişti. Şöyle aklımıza bir çırpıda gelenleri sayarsak; Başkurtistan’da Zeki Velidi Togan, Azerbaycan’da Mehmet Emin Resulzade, Kazan’da Yusuf Akçura ve Kırım’da  İsmail Bey Gaspıralı gözümüze ilk çarpanlar olacaktır. İsmail Gaspıralı’yı diğer Türk aydınlarından ayıran temel nokta ise “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” parolasıyla hareket ederek çok geniş coğrafyaları etkilemiş olmasıdır.
İsmail Gaspıralı, 1851’de, Kırım’ın Bahçesaray şehrinde dünyaya geldi. İlk öğrenimini Bahçesaray’da bir Müslüman mektebinde aldıktan sonra, Akmescid Erkek Ortaokulu’na başladı. Burada iki yıl okuduktan sonra, Moskova’daki Harp Okuluna girdi. 1867’de Harp Okulu’na devam ederken Girit isyanında Rum çetecilere karşı mücadele eden Osmanlı güçlerine katılmak üzere İstanbul’a gitmek için teşebbüse geçti. Bu gayeyle Kırım’a geldi lakin pasaportu olmadığı için İstanbul’a gidemeden yakalandı. Bu olay, Gaspıralı’nın askerî öğrenciliğinin sona ermesine sebep oldu. Uzun zaman öğretmenlik ve tercümanlık yapan, bu sırada Fransa’ya da giden Gaspıralı 1874’de Osmanlı subayı olabilmek için İstanbul’a gelmişse de başarılı olamadı. İstanbul’da bulunduğu sırada  Namık Kemal ve Şinasi’nin başını çektiği Jön Türkler  hareketi, İsmail Bey  üzerinde derin izler bıraktı. 1879’da Bahçesaray Belediye Başkanı oldu. Özellikle Kırım Türkleri’nin kabuğuna çekilmiş bir hayat sürmeleri Gaspıralı’yı derinden yaralıyordu.
Ona göre mektep ve medreselerin ıslahı, modern bilimlerin Müslüman medreselerinde de okutulması zaruriydi. Eğitim ve dil alanında oluşacak bilinç; dile, dine, kültüre ve sosyal hayata yansıyacak ve böylece her yönden Rusya’daki Türklerin millî ve manevi uyanışı gerçekleşecekti. Gaspıralı açısından dini ve millî kimlik, birlikte, toplumun siyasi birliğini ve kimliğini sağlamlaştıracak ve vatan-toprak gibi kavramları pekiştirecekti. *1
Bu amaçla Kırım ve tüm Türk yurtlarındaki gençlerin fikir hayatlarını etkileyecek  bir mecmua çıkarmak istiyordu. İlk teşebbüsleri Rus devlet makamlarınca engellendi. Sonunda 1883 yılında mecmua çıkarmak için gerekli izinleri alabildi. Bu gazetenin adı, Şinasi Efendi’nin Tercüman-ı Ahvâl’inden esinlenilerek konulan Tercümân-ı Ahvâl-i Zaman’dı.
Tercüman’ın ilk çıkış tarihi 10 Nisan 1883, Kırım’ın Rus esareti altına girişinin 100. yılına denk gelir. Bu gerçekten derin mana içeriyordu. Tercüman’ın ilk yılları maddi imkansızlıklarla geçti. İlk çıktığında 320 alıcısı vardı. Fakat birkaç yıl içinde bu sayı 6 bine; daha sonraysa 20 bin civarına geldi. Artık Tercüman Kırım’da Kazan’da, Kafkasya’da, Osmanlı’da, Sibirya’da, Türkistan’da ve Doğu Türkistan’da hatta Hindistan ve Mısır’da okunmaya başladı. İlk yıllarda haftada bir gün yayımlanan mecmua, 1903’te haftada ikiye, 1912 yılından itibaren de günlük yayımlanmaya başlamıştı.  Bütün bu faaliyetler esnasında sağlığı iyice bozulan İsmail Bey Gaspıralı 63 yaşındayken 24 Eylül 1914’te Bahçesaray’da vefat etti.


O, dünya üzerindeki Türklere ayrı birer milletmiş gibi (Azeri, Başkurt, Kazak, Karakalpak, Tatar…) adlar verilmesinin, Türk milletini bölüp parçalama oyununun ilk perdesi olduğunu; oyunun ikinci perdesinde ise Türk milletinin yok edileceğini daha genç yaşlardayken fark etmiş, bu oyuna karşı nasıl davranılacağı hususunda fikir yürütmeye başlamıştır. Gaspıralı, bütün Türklerin aynı dili konuşması meselesini gündeme getirerek, Türk dünyasının tümü tarafından anlaşılabilecek bir Türk dili kullanmıştır. Gaspıralı bu konuda şunları söylemektedir:
Yirmibeş seneden beri dediğim, yazdığım, çalıştığım budur. Çare açmak, yol açmak, başka bir şey değildir. Çünkü kavi, necip, ömürlü, sabırlı ve cesaretli olan Türk milletinin, perakende düşüp, Sedd-i Çin’den Akdeniz’e kadar yayıldığı hâlde, nüfuzsuz, sessiz kaldığı lisansızlığından, ortak dile sahip olmadığından ileri gelmiştir. Bu inanışla yaşadım, bu inanışla mezara gireceğim.” *2
Gaspıralı konuşulduğunda ve yazıldığında  İstanbullu hamal ile, Kırımlı kayıkçının, Doğu Türkistanlı çobanın anlayabileceği bir dil tasavvur ediyordu. Bu amaçla Tercüman gazetesinde, bütün dünya Türklüğünün anlayabileceği ortak bir edebî dil geliştirmeye çalışmıştır. Bu dilin de İstanbul Türkçesi olmasını istemiştir. Bunun iki nedeni vardır. Birincisi İstanbul Türkçesi İmparatorluk dilidir. İkincisi Rusya Türklerinde mahalli dil ve edebiyat sayısının çok fazla olmasıdır. Ancak, Osmanlı Türkçesinin Arapça, Farsça tamlama ve ibarelerle dolu olması, diğer boyların bu Türkçeyi anlamalarını zorlaştırıyordu. Gaspıralı bu terkip ve ibareleri attı, yerlerine Kırım ve diğer coğrafyalardaki lehçelerden alıntılar yaptı. Böylece, Anadolu ve Rusya Türklüğü tarafından anlaşılan ortak edebî dili oluşturdu. 
İsmail Bey özellikle Kazan’da (Bugün Tataristan Özerk Cumhuriyeti başkenti) çıkarılmakta olan mecmualarda mahalli dil kullanılmasını eleştiriyor, bunların Türk diline ve Türk milletine zarar verdiklerini söylüyordu. O, Tercüman’ı şu sözlerle özetliyordu: Binaenaleyh, en evvel, en ziyade, hepimiz için ihtiyaç ve lüzumlu olan, umumî lisan, edebî Türkçe dildir... Tercüman gazetesi, Bahçesaray’dan (Kırım) tâ Kâşgar’a (Doğu Türkistan) kadar okunduğu, yani anlaşıldığı, lisanen birleşmenin mümkün olduğuna büyük delildir.*3
O dönemki kaynaklara göre 1856-1863 yılları arasında Kırım’dan 475.000 Türk Osmanlıya göç etmişti. İsmail bey Kırımlılar üzerinde göç psikolojisini kırmak için çok çaba sarf ediyordu. Özellikle “Dost Davuşu” ve “Lazım Bir Nasihat, Gafil Olma” makaleleri halkın üzerinde çok etkili olmuştu. Öyle ki 1902-1903 yılına gelindiğinde göç neredeyse tamamen durmuştu.
Hakim milletin mahkum düşmesi, mahkum milletin yok olması mektepsizlikten ileri gelir diyen Gaspıralı İsmail Bey bu doğrultuda 1884’de Usulucedit okullarını açtı.  Usulucedit’den önce on altı bin mektepte, yarım milyon Türk çocuğu beşer sene ömür çürttükleri halde Türkçe beş satır yazmak ve okumak öğretilmediği halde sadece kıraat-i kuran ve namaz duaları ile yetiniliyodu.*4 Ususlü cedit okuları başlarda Kırım halkının ilgisini çekemese de 45 günde okuma yazma öğretmesi bir anda onu diğer mekteplerin önüne geçirdi. 1914’e gelindiğinde artık Kırım’da 360, dünya genelinde 5000 Usulücedit okulu vardı. 1910’da Hindistan müslümanlarına Usulü Cedit okulu açmak için Hindıstan’a gelen İsmail bey ilk okulu Bombay’da açmış ve 2 aylık masrafını Tercüman’ın kasasından vermiştir. İsmail Bey Rusya Türkleri arasında kadın haklarının ve kadın-erkek eşitliğinin de yılmaz bir savunucusu oldu. Hatta Alem-i Nivan isminde Türk kadınlarının sesi olan bir dergi de yayınlattı. Kadınlara okuma yazma seferberliği başlatan İsmail Bey’in çalışmaları sonucunda,  1897 nüfus sayımında Türk kadınları arasındaki okuma yazma oranının, Rus kadınlarınınkini geçtiği anlaşıldı. *5 İsmail Bey Rusya Müslümanları isimli risalesinde, Türk-Tatarların geride kalmasının sebebini ve çözüm yollarını şöyle düşünüyordu: Bizim geride kalmamıza sebep cahilliğimiz, Avrupa ilim ve maarifini bilmememiz, tabii kanunlardan habersizliğimiz. Bu halden kurtulmak için okumak gerek, Avrupa fikir ve maarifini almak gerek. Lakin Avrupa’nın ilim ve maarifini, Türk-Tatarların arasına, ancak kendi mektep ve medreselerinde, kendi dilleri ile sokmak mümkündür. Bunun için de Rusya’da yaşamakta olan Türklerin Türkçe edebiyatının olması gerek.


Rusya Türklerinde Gaspıralı taraftarları olduğu gibi, Gaspıralı’ya tam zıt görüş bildirenlerde vardı. Hatta hakkında kafirdir fetvası dahi verilmişti. Halbuki onun Mısır’da, İslam Kongreleri’ndeki konuşmaları onun İslamcılığı için değerli bir kaynaktır. İsmail bey ümmetçi değilse de Türk milletinin olduğu gibi bütün müslüman milletlerin saadet ve mutluluğunu düşünüyor, onlar için de mücadele ediyordu. Ortak edebî dil fikrine karşı olanlar ise, her boyun kendi lehçesiyle edebiyatlarını oluşturmaları gerektiğini savunuyorlar; böylece, medenî yönden daha çabuk yükseleceklerini iddia ediyorlardı. Kırım’dan, Azerbaycan’a, Kazan’dan Buhara’ya tüm Türk coğrafyasında bu iki görüşün çatışması yaşanıyordu. Mahalli dilcilerin en büyük destekçisi ise Rus misyonerlerdi. Rusya, Müslüman Türkleri Ruslaştırmak ve Hristiyanlaştırmak için İsmail Gaspıralı ve ortak milli dil ülkücülerini engel görüyordu.  Yine bu amaçla misyoner Nikolay İvanoviç İlminskiy her bir boy için boy lehçesinin ana dil olarak kabul ettirilmesi gerektiği fikrini ortaya attı. İlminski’ye göre Arap alfabesi kullanılırken lehçeler arası farklılık göze çarpmıyordu. Halbuki Rus Alfabesi fonetik yazıya daha uygun olduğundan en küçük ayrılıkları dahi göstermekteydi. *6 Kazak ve Tatar aydınlarına da tesir eden İlminskiy, onlara da kendi boy lehçelerinde alfabeler, gramerler ve sözlükler hazırlattı. Öte yandan, Mikola Ostroumov, Türkistan Vilayetinin Gazeti’ni çıkarıyor; 1883’ten 1917’ye kadar bu gazeteyle şehir ağzına dayanan Özbekçeyi edebî dil hâline getirmeye çalışıyordu.
Bu onlarca yıllık mücadele sonucunda Kırım’da, Osmanlı’da, Azerbaycan ve Türkistan’da onlarca yazar ve şair Tercüman’ın çizgisinde bir dil ile yazmaya başladı. Azerbaycan’da Osmanlı-İstanbul dilini savunanlar 1906’da Hüseyinzade Ali Bey’in idare ettiği Füyûzât’ta yazmaya ve neşretmeye başladılar. Enver Paşa ile Buhara’ya (Bugün Özbekistan sınırlarında) gelen Yaver Suphi Bey ise burada gördüklerini şöyle özetliyordu: Bu zat Tercüman ile yalnız Kırım’daki değil, bütün Türk illerindeki mekteplerde idare şekillerinde yenilik yapılmasını istiyor ve bu maksatla mütemadiyen neşriyat yapıyordu. İsmail Gaspıralı’nın Tercüman’ı “Buhara’daki” gençler arasında okunuyor ve onun sözleri sanki emir gibi telakki ediliyordu. *7
Bolşevik ihtilâlinden sonra “halklara özgürlük” fikriyle birlikte, Orta Asya Türklüğü aydınları, bütün Türklerin ortak bir edebî dille yazıp konuşmaya başlayacağını ümit etmiş ve bu yöndeki çalışmalarını arttırmışlardı. Ancak, ihtilâl beklendiği gibi çıkmamış; bütün Türklerin ortak bir dille yazıp konuşabilmeleri şöyle dursun, her boyun kendisine ait bir millî(!) dili, hem de ayrı birer alfabesi olmuştu. Zamanla bu siyasete çeşitli ayak oyunları da katılarak Tatar Türkü, Başkurt Türküne; Özbek Türkü, Kırgız Türküne düşman edildi. Böylece, dilde birliğin önünü bütünüyle tıkamaya çalıştılar.
1926’da Bakü’de gerçekleşitirilen I. Türkoloji Kurultayı’a her boydan resmi kişiler katılmıştır. önce ortak bir alfabe, daha sonra da ortak bir edebî dil oluşturulması kararlaştırılmıştır. Çok geçmeden toplantıya katılan boylar, birbirinden fazla farklı olmayan ve Lâtin esasına dayanan yeni alfabeye geçmişlerdir. Ancak daha sonra SSCB’nin başına Stalin’in geçmesi ile çalışmalarını durdurmak zorunda kalmıştır. Komunist idare bu Türk aydınlarını pantürkistlik, turancılık fikirleri güttükleri için hapishanelere attırmış, sürgünlere göndermiştir. Cezasını çekip de hayatta kalmayı başaranlar, tekrar bu fikirler için çalışabilirler düşüncesiyle, kaza süsü verilen cinayetlere kurban gitmişlerdir. Çeşitli Türk boylarına mensup edebiyat ve fikir adamlarının hayatları incelenirse, hep 1937-1941 yılları arasında öldükleri görülür.
1991’de Sovyet Rusya’nın dağılması ve onlarca yıldır esaret altındaki Türk yurtlarının bir bölümünün bağımsızlığına kavuşması ile ortak milli dile olan umutlarımız yeniden yeşermiş; Azerbaycan, Türkmenistan ve Özbekistan da bugün fiili olarak latin alfabesine geçmişlerdir.
İsmail Bey Gaspıralı’nın ömrünü adadığı bu davayı, onun vefatından bir asır sonra sahiplenen aydın Türk gençleri olduğu müdettçe dil birliği ülkümüz de devam edecektir. Yarın onun yolundan gidenler, bütün Türk dünyasına yayılacak ve  Gaspıralı İsmail Bey’i “Turan Hürriyet Güneşi” namı ile “Türk Birliği ve Cihan Hakimiyeti Ülküsü Tarihi”nin başına; şerefle, iftiharla ve kanları ile yazacaklardır.
Bizden, senin pak ruhuna Fatihalar, rahmetler…
Unutulmaz hatırana, kalp dolusu hürmetler…

Ayrı not:
Dille konuşulur, yazılır ve düşünülür. Düşünmenin sonucunda fikir doğar ve ancak fikirle mefkûre oluşabilir ve böylece medeniyet inşa edilir. Türkler de medeniyetlerini inşa ederken bir cihan hâkimiyeti mefkûresine sahipti, fakat kaybolan birlik, bu mefkûreyi akıllardan sildi, gönüllere hapsetti. İsmail Bey Gaspıralı’nın gönüllerde hapsolanı ortaya çıkarmak için öncelikle uyanışı gerçekleştirmesi, çağdaşlaşmaya ve aydınlara bir yol çizebilmek için halka seslenebilmesi şarttı. *8

*1 MARAŞ, İbrahim, İsmail Gaspıralı’nın Ardından, Türk Yurdu Dergisi, Kasım 2014
*2 Sabri Arıkan, “İsmail Bey Gaspıralı’ya Göre Dilde-Fikirde-İşte Birlik Niçin Şarttır?”, Türk Dünyası Tarih ve Kültür Dergisi, S. 2000/07-163, s. 19.
*3 Cafer Seydahmet Kırımer, Gaspıralı İsmail Bey, Avrasya Bir Vakfı Yay. , İstanbul 1996, s. 20.
*4 HABLEMİTOĞLU, Necip, Gaspıralı İsmail, Pozitif Yayınları,  İstanbul, 2015 s. 96.
*5 HABLEMİTOĞLU,  Necip, Gaspıralı İsmail, Pozitif Yayınları,  İstanbul, 2015 s. 104.
*6 HABLEMİTOĞLU, Necip, Gaspıralı İsmail, Pozitif Yayınları,  İstanbul, 2015 s. 11.
*7 Yaver Suphi Bey, “Enver Paşanın Son Günleri”, Çatı Kitapları, İstanbul, 2011, s. 66.





Bosna-Hersek Gezi Notları

(190 Tıbbiyeli Mart 2017 tarihli 1. sayısında yayınlanmıştır)

Ağustos ayında dört kişilik bir ekiple yıllardır görmek istediğim Bosna-Hersek’in yolunu tuttuk. Bir buçuk saatlik keyifli bir yolcuğun ardından Sarajevo Havalimanı’na indik. Artık İstanbul’un bunaltıcı sıcağını geride bırakmış, Bosna’nın soğuk ve yağmurlu yüzüyle karşılaşmıştık. Hızlı bir şekilde kendimizi havalimanının dışına attık. Sarajevo ile göz göze geliğimiz anda dudaklarımdan Yahya Kemal’in o dizesi döküldü: Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda. / Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!
 Kısa bir süre sonra Sarajevo’nun kalbi Başçarşı’dayız. Başçarşı 1500’lü yıllarda kurulmuş ve son savaşta yok edilmeye çalışılmış bir yer. Başçarşı’nın bilmeyen için labirente dönüşen sokaklarında bir yukarı bir aşağı dolaşıyoruz. O tarihi doku, o hava… Sanki  500 yıl öncesine döndük.
 Bir süre sonra acıktığımızı fark edip soluğu kebapçıda alıyoruz. Meşhur bir Boşnak kebabı var. Adı Ćevapi. Tadınca bu yemeğin tadının, meşhurluğunun  hakkını verdiğine oy birliği ile karar veriyoruz (dörde karşı sıfır oy ile). Ćevapi soğanla ikram ediliyor ve sabah akşam demeden tüm Boşnaklar tarafından tüketiliyor. Boşnaklar bizim bildiğimiz anlamda ayran içmiyorlar. Yemeklerin yanında içilebilir yoğurt tüketiliyor ki buna tuzsuz ve daha koyu bir ayran da diyebiliriz.
Yemekten sonra yine başçarı sokaklarındayız. İlk durağımız Sebilj. Sebilj 1753 yılında Osmanlı’nın Boşnak vezirlerinden Mehmed Paşa tarafından yaptırılmış. Bugün şehrin en önemli simgelerinden. Herkes gibi biz de önünde fotoğraf çektirmeyi ihmal etmiyoruz. Sebilj’den sonra hedef  Morica Han. Morica Han 16.yüzyıldan kalma. Alt katında Türk çayı içebileceğiniz mekanlar fazlasıyla mevcut. Morica Han’ın yanında ise Taşlı Han var. Ancak bu han, Morica Han kadar şanslı değil. Günümüze sadece temelleri ulaşabilmiş. Bir süre sonra hava kararıyor ve soğuyor… Sarajevo’da ağustos ortasında kış havası yaşıyoruz. İçimizi ısıtmak ve Türk çayı içmek için hedefimizde Laheri 53 Kitap Kafe var. Burayı Rizeli Eser abi işletiyor. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar sohbet muhabbet tonla…
 Ertesi gün erkenden uyanıyoruz. Bugün Sarajevo’nun merkezini tamamen bitirmek istiyoruz.Sarajevo Miljacka Irmağı tarafından ikiye ayrılıyor ve bu ırmağın üzerinden sayısız köprü geçiyor. Latin Köprüsü de bunlardan biri ve en meşhur olanı. Neden mi? Çünkü Latin Köprüsü 1914 yılında Sırp milliyetçisi Gavrilo Princip’in, Avusturya-Macaristan veliahtı Franz Ferdinand ve karısı Sofya’yı vurduğu yer. Ferdinand önceki iki suikastten kurtulmayı başarıyor ancak talihsiz bir şekilde eşiyle beraber burada vuruluyor.
Malumunuz akabinde içerisinde Osmanlı Devleti’nin de olduğu 1. Dünya Savaşı başlıyor. Köprünün hemen köşesindeki müzede bu suikastin eşyaları sergileniyor. Suikastin her yıl dönümünde Ferdinand’ın arabasının buraya getirildiğini öğreniyoruz.
2. Durak Gazi Hüsrevbegov Camii. Cami 1531 yılında Mimar Sinan’a inşa ettirilmiş. Cami şadırvanında ise 8 farklı hat ile “Biz her şeyi sudan yarattık” yazıyor. Tabi bu cami de Bosna’daki tüm Osmanlı eserleri gibi savaştan nasibini amış, daha sonra tadilat ettirilmiş. Gazi Hüsrev Bey, Kanuni Sultan Süleyman devrinde Bosna'da uzun süre görev yapan sancak beyi. Babası Boşnak annesi Türk olup, annesi tarafından Sultan II. Bayezid'in torunudur. Gazi Hüsrevbegov Camii’den sonra durak Hünkar Camii. Hünkar Camii, Osmanlı’nın Bosna’daki ilk camisi. 1457 yılında yapılmış. Avlusunda da eski bir Osmanlı mezarlığı bulunuyor.  Evliya Çelebi seyahatnamesinde  Hünkar Camii’nin cemaatinin diğer camilere göre çok olduğunu ve şadırvanının suyunun kaplıca suyu olduğunu belirtiyor.
 Osmanlı eserlerinden sonra nispeten yeni bir noktaya İsa’nın Kalbi Katedrali’ne gidiyoruz. 1881-1889 yılları arasında yapılan bu katedral Sarajevo’daki Sırplar için çok önemli bir eser. Zaten Srajevo’ya boşuna Avrupa’nın Kudüsü denmemiş. Adım başı ya bir cami ya bir kilise görmek mümkün.
 Sönmeyen ateş ise İkinci Dünya Savaşı’nda ölen sivil ve askerlerin anısına Yugoslavya’nın ilk Cumhurbaşkanı Tito tarafından 1946’da yakılmış. Bugüne kadar da hiç sönmemiş.
 Güneş batmadan Zuta Tabija’ya (Sarı Tabya) çıkıyoruz. Zuta Tabija’nın alt kısmında şehitlik var. Beyaz mezar taşlarının üzerinde tek bir yazı var. Boşnakça, “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Bilakis onlar diridirler, fakat siz hissedemezsiniz” ayeti yazılı. Şehitliğin üst kısmında ise Alija İzetbegovic’in kabri bulunuyor. Beni askerlerimin arasında defnedin diyen Alija da 2003’te vefat edince buraya gömülüyor. Diğer mezar taşlarından hiçbir farkı yok Alija’nın mezar taşının. Tek fark üzerinde Alija’nın tarihe geçmiş sözlerinden biri olan “Allah’a yemin olsun ki köle olmayacağız” yazısı. Alija İzetbegovic’siz bir Bosna tarihi yazmak mümkün değildir. O hayatının her döneminde Bosna ve İslam için mücadele etmiş tek başına bir destandır. Biz de, Onu -Bosna-Hersek’in kuruluşuna vesile olan ve ilk Cumhurbaşkanı olan Alija İzetbegovic’i- kabrinin başında rahmetle andık.
 Nanina Kuhinja’da (Nenenin Mutfağı) geleneksel boşnak yemekleriyle akşam yemeğimizi yiyoruz. Gece yine Laheri 53 yolcusuyuz. Ama Laheri’den farklı bir ses geliyor bugün. Canlı müzik var. Uluslararası Saraybosna Üniversitesi akademisyenleri ve öğrencileri mekanı doldurmuşlar. Bir yandan muhabbet bir yandan güzel Anadolu türküleri… Yaşamını Bosna-Hersek’te sürdüren Türk öğrencilerle tanışıyoruz. Bir öğrenci laf arasında şunu söylüyor: “…Dayton Barış Anlaşması gerçekte bir barış değil ateşkes anlaşmasıdır. Yeniden bir savaş çıkar mı bilinmez ama burada her anlamda mücadele devam ediyor…“ Gerçekten de Dayton’u inceleyince bu sonuca ulaşıyoruz. Soykırım’ın faillerine neredeyse özgürlük veren, ülkeyi fiilen ikiye, gerçekteyse üçe bölen bu anlaşma Bosna’yı her daim kontrol altında tutmak için hazırlandığı çok belli. Yarın Mostar’a yolculuk olduğundan erkenden otele çekiliyoruz. Yolumuz uzun.



 Bugün Mostar yolcusuyuz. Dağlık ve ormanlık bir araziden ilerliyoruz. Mostar ile Sarajevo arası 130 km ama Bosna’da şehirler arası yolların çok iyi olmaması nedeniyle yol iki buçuk saat sürüyor. Mostar’a indiğimizde bizi nihayet Bosna’da güneş karşılıyor. İlk noktamız tabi ki Mostar Köprüsü. Köprüye turist akını var. Kalabalık sokaklardan zoraki ilerleyerek köprüye ulaşıyoruz. Köprüyü Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayrettin 1566 yılında Neretva Nehri’nin üzerine inşa etmiş. 9 Kasım 1993'te Hırvat güçleri tarafından yıkılıncaya dek 427 yıl kullanılmış. Köprünün yeniden inşası 1997 yılında TİKA tarafından başlatılmış ve 23 temmuz 2004’de ise yeniden açılmış. Köprüye uzaktan bakabilmek için köprüden çıkıp aşağıya iniyoruz. Eskiden Boşnak gençler için bu köprüden atlamak bir cesaret gösterisi iken bugün Boşnaklar bunu para karşılığı yapıyor.
 Neretva Nehri’nin eşsiz güzelliğini biraz daha izledikten sonra Mostar’ın bir köyü olan Blagaj’a gidiyoruz. Blagaj’da Alperenler (Dervişler) Tekkesi bulunmakta. Eşsiz güzellikteki bu tekke görenleri kendine aşık ediyor.  Yaklaşık 500 yıl önce Anadolu’dan bölgeye gelen dervişler bu tekkeyi  Buna Nehri’nin kıyısına kurmuş. Yugoslavya döneminde kapatılan tekke Bosna-Hersek’in bağımsızlığını kazanmasıyla yeniden açılmış. Bugün tekkede bir yandan ibadet sürerken bir yandan da turist akını devam ediyor. Bugünlük bu kadar. Blagaj’dan Mostar’a, Mostar’dan da Sarajevo’ya -eve- dönüyoruz.

4. gün Sarajevo’nun bir beldesi olan Ilıdza’ya gideceğiz. Ilıdza’da Tunel Spasa (Umut Tüneli) ve Vrelo (kaynak) Bosne bulunmakta.  Sarajevo tramvaylar şehri. Avrupa’da ilk defa elektrikli tramvay Sarajevo’da kullanılmış ki bugün de şehrin pek çok noktasına tramvay ile ulaşmak mümkün. Biz son durakta iniyoruz, uzun bir yürüyüşten sonra Tunel Spasa’ya ulaşıyoruz. Sarajevo modern savaş tarihinin en uzun kuşatmasını yaşamış bir şehir. Dağlık kesimleri tutan sırp topçu ve tankçı birlikleri bu şehri 44 ay ateşe aldı. Bu süre zarfında tabiri caizse Sarajevo’da her şey tükendi ve şehirde kalan 300.000 insan ölüme mahkum edildi. İşte bu sırada Alija İzetbegovic’in emriyle bir tünel kazılması planlandı. Bu tünel Kolar ailesinin Ilıdza’daki evinin  bodrumundan başladı ve Birleşmiş Milletler’e ait olan havalimanının hemen altından ilerleyerek şehre ulaştı. Yaklaşık 800 metrelik tünelden neler geçmedi ki? Gıda, cephane, sağlık malzemeleri, canlı hayvan, yaralılar ve hatta elektrik hattı. Boşnaklar Sarajevo’yu 44 ay direndiren bu tünele ve o tüneli kazdıran ruha çok şey borçlular. Boşuna buraya Umut Tüneli denmemiş. Bugün müzeye dönüşmüş olan Kolar ailesinin evinde son  savaşta yer almış bir Boşnak komutan ile tanışıyoruz. Yanında söylediklerini Türkçe’ye tercüme edecek biri olduğu için çok şanşlısıyız. O komutanın söyledikleri bizi derinden sarsıyor, burada Bosna’nın milli mücadelesinin Türkiye’nin milli mücadelesinden pek farkı olmadığını anlıyoruz. Bu iki milletin kaderi ortak yazılmış. “En başta bizim ordumuz yoktu, bu yüzden Sırplar pek çok yeri kolayca ele geçirdiler, tatbikat diyerek Sarajevo’nun etrafındaki dağlara topçu yerleştirdiler ve şehri kuşatmaya aldılar. Tabi sonra biz de güçlü bir ordu kurarak cevap verdik. 23 yaşında elit bir birliğin komutanı oldum. Önce askerlerimi tedavi etmekle başladım çünkü bazıları 10 yaşındaki çocuklarının tacavüz edilişine şahit olmuş kişilerdi. Zulüme zulümle karşılık vermesinler diye önce onları psikolojik olarak tedavi ettik. Sonrasında Sırp ve Hırvatlardan çok şehir aldık. 20 yıl sonrasında bile gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki ne bir kadına dokunduk ne bir sivilin canına kıydık. Sarajevo’da vuruldum (omzundaki yara izini göstererek) o zamanlar gündüz vurulursanız şanslıydınız çünkü gün ışığı sayesinde tedavi edilebilirdiniz, ama akşam vurulduysanız sabahı beklemek zorundaydınız. Bu yüzden pek çok insan hayatını kaybetti. Ve bu kurşun yerinden anestezik madde olmadan çıkarıldı.”
 Umut Tüneli’nden sonra Vrelo Bosne’ye gidiyoruz. Burası Bosne Nehri’nin çıktığı yer. Sanki cennetten bir köşe. Tek şeritli üç kilometrelik bir yoldan bisikletlerle çıkıyoruz. Faytoncular yolcu bekliyor, yolcusunu bulanlar ise çoktan Vrelo Bosne’nin yolunu tutmuş. Vrelo’da yeşilden başka renk görmek çok zor. Bir süreyi burada geçiriyoruz. Vrelo Bosne’dan ayrılıp yine geldiğimiz şekilde tramvayla Sarajevo merkezine geri dönüyoruz.

 Bugün Bosna’da son günümüz, Boşnak böreğini tatmak için börekçideyiz. Eğer Burek isterseniz kıymalı olan geliyor, sirnitsa peynirli, zelyenitsa peynirli ve ıspanaklı, krompirisu ise patatesli olan. İsteğe göre üzerine sarımsaklı yoğurt dökülerek yeniyor.  
Cuma namazı içinse durağımız Gazi Hüsrevbey Camii. Cami tıklım tıklım. Avrupa’nın ortasında ve turistlerin şaşkın bakışları arasında Boşnaklar camiye akın ediyor.
 Namazdan sonra Galerija Srebrenica Müzesi’ne gidiyoruz. Bir binanın ilk katında yer alıyor ve yine TİKA tarafından yaptırılmış. Girişte  8372 kurbanın isimlerinin yazılı olduğu duvarı görmeniz tüylerinizin diken diken olmasına yeterli. Srebrenica’ya değinecek olursak, Srebrenica savaş yıllarında Birleşmiş Milletler’in Bosna’da güvenli ilan ettiği 6 bölgeden biridir. Savaştan önce nüfüsu 24 bin civarı olan kentin nüfusu diğer bölgelerden gelen mülteci göçleriyle 60 bin civarına gelmişti. Müslümanların elindeki silahlar BM Barış Gücü tarafından koruma gerekçesiyle toplanmıştı. Bölgeyi Birleşmiş Milletler’e ait 400 Hollandalı asker koruyordu.  Hollandalı askerler bir gece yarısı Bosna'daki BM Barış Gücü komutanı Hollandalı generalden aldıkları emir doğrultusunda kenti boşalttılar. Savaş sırasında şehrin güvenliğinden sorumlu olan Hollandalı Komutan Thom Karremans kendisine sığınan 25 bin mülteciyi ve şehri Sırplara teslim etti. Daha sonra ortaya çıkan bir video kasedi, Sırp generalin kenti boşaltan Hollandalı komutana bir hediye verirkenki görüntülerini dünyaya duyuracaktı. Soykırım bir hafta sürdü. Lahey Adalet Divanı, Srebrenica’da olanları soykırım olarak kabul etti; ancak Sırbistan'ın bundan sorumlu tutulmayacağına karar verdi. Böylece Srebrenica Soykırımı faili belli olmayan(!) bir soykırım olarak kaldı.  İşte Galerija’da bu soykırıma ait önemli görseller bulunmakta. Bir tanesini anlatayım. Srebrenica’da şimdiye kadar üç toplu mezar bulunmuştur, Sırplar öldürdükleri Boşnakların cesetlerinin bulunmaması için birici toplu mezarı açıp ikiye, daha sonra da üçüncüye taşımışlardır. İşte ikinci toplu mezarların aranacağı gün yetkililer Srebrenica’ya geliyor ve toprağın üzerinde kolları olmayan ve ağzı kesilmiş bir oyuncak bebek görüyorlar. Bu oyuncak bebeğin altından binlerce insanın cesedi çıkıyor. Orada bir toplu mezar olduğunu bilen bir kişinin yetkilileri o noktaya yönlendirmek için bebeği oraya bıraktığı düşünülüyor.
 Laheri 53’ün son kez misafiri olmaya gidiyoruz. Eser abinin şu sözleri Osmanlı coğrafyasının kısa birer özeti olarak hafızama yer ediyor: “Bosna’da Osmanlı’dan ne kaldı diyorlar. İstanbul’da ne kaldı ki  burada ne kalsın? İstanbul’dan camileri, çeşmeleri, taş duvarları çık. Bir şey kaldı mı? Osmanlı’ya 470 yıl başkent olan İstanbul’da Osmanlıdan bir şey yokken Avrupa’nın ortasındaki Bosna’dan çok şey bekleniyor. Tüm dünya kapitalist düzenle yönetiliyor, tarih ve kültür bile sadece para ediyorsa korunuyor ve yazılıyor.“ Eser abiye hak vermemek elde değil. Osmanlı’nın lonca ahlakından bugüne kalan bir şey var mı? Peki ya öğretene, belletene saygıdan ne haber? Bir ülke dolusu insanın ömrünün sonuna kadar birbirinin ayağını kaydırmaya çalışmasıyla mı koruyoruz Osmanlı’yı? Ya da Namık Kemal’in: Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini / Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini… dizesine “amaan canım vatanı sen mi kurtaracaksın”cı düzenle mi yaşatıyoruz Osmanlı’yı?
Oradaki hocalarla ve Eser abiyle helalleşerek ayrılıyoruz. Şimdi Bosna’ya bir süreliğine veda etme zamanı.
 Bir gün yolunuz Bosna’ya düşerse turistik mekanlardan, insanlardan, taş duvarlardan önce Sarajevo’yu bir gelin gibi dört bir yandan süsleyen o beyaz taşlı mezarlar önceliğiniz olsun. Son savaşta şehadet şerbetini içen şehitlerin mezar taşları ile Osmanlı’dan kalma sarıklı mezar taşlarının birbirine ne denli yakından baktıklarını keşfedin. Boşnaklar ile Türklerin kaderinin ortak yazıldığını anlayın. Ve o kahramanlara geldiğinizi haber verin.
Vefalı Türk geldi yine, Selam Türk’ün bayrağına!

Türk Mitolojisinde Alkarısı Figürünün Bilimsel Karşılığı

(190 Tıbbiyeli dergisi Mart 2018 tarihli 5. sayısında yayınlanmıştır) Anadolu’da Alkarısı veya Alanası, Alkızı, Albasması, Altay...